top of page

Şizofreni ve Diğer Psikotik Bozukluklar

Şizofreni, bireysel ve ekonomik açıdan ciddi bedelleri olan, dünya çapında önemli bir halk sağlığı sorunu olarak kabul edilen bir bozukluktur. Genel olarak dünya nüfusunun %1’inden daha azını etkilediği belirtilse de, şizofreni spektrum bozuklukları da bu kapsama dahil edildiğinde, etkilenen bireylerin oranı %5’e kadar çıkabilmektedir. Şizofreni spektrum bozuklukları kavramı, şizofreni hastalarının biyolojik akrabalarında psikopatolojik farklılıkların gözlemlenmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu bozukluklar arasında şizoid kişilik bozukluğu, şizotipal kişilik bozukluğu, şizoaffektif bozukluk ve sanrılı bozukluk gibi tanılar yer almaktadır.

 

Şizofreninin erkeklerde kadınlara kıyasla biraz daha sık görüldüğü belirlenmiştir. Hastalığın seyri, gelişmiş ülkelerde gelişmekte olan ülkelere göre daha ağır olma eğilimindedir. Bu durum, çevresel faktörlerin, sosyal destek sistemlerinin ve kültürel farklılıkların hastalık üzerindeki etkisini ortaya koymaktadır. Şizofreninin nedenlerine ilişkin yapılan aile, ikiz ve evlat edinme çalışmaları, genetik etkenlerin hastalığın gelişiminde önemli bir rol oynadığını göstermektedir. Ancak, genetik yatkınlığın yanı sıra, doğum öncesi ve doğum sonrası çevresel faktörler, beyin gelişimi, nörokimyasal dengesizlikler ve stres gibi çeşitli biyolojik ve psikososyal etkenler de hastalığın ortaya çıkışında etkili olabilmektedir.

 

Şizofreni ve ilişkili psikotik bozukluklar, bireylerin düşünce, algı, duygu ve davranışlarını ciddi şekilde etkileyerek işlevsellik kaybına neden olabilmektedir. Bu nedenle, erken tanı ve uygun tedavi yaklaşımları, hastalığın seyrini olumlu yönde etkileyebilmekte ve bireylerin yaşam kalitesini artırabilmektedir.

 

Şizofreni DSM-5 Tanı Kriterleri;

Aşağıdaki belirtilerden ikisinden (ya da daha çoğunda) her biri, bir aylık (ya da başarıyla tedavi edilmişse daha kısa) bir sürenin önemli bir kesiminde bulunur. Bunlardan en az birinin (1), (2) ya da (3) olması gerekir

  1. Sanrılar

  2. Varsanılar

  3. Darmadağın konuşma (örn. sık sık konudan sapma gösterme ya da anlaşılmaz konuşma)

  4. İleri derecede dağınık davranış ya da katatoni davranışı

  5. Silik (negatif) belirtiler (duygusal katılımda azalma ya da kalkışamama)

 

  1. Bu bozukluğun başlangıcından beri geçen zamanda önemli bir kesiminde iş, kişiler arası ilişkiler ya da kendine bakım gibi bir ya da birden çok ana alanda işlevsellik düzeyi, bu bozukluğun başlangıcından önce erişilen düzeyin belirgin olarak altındadır (yada çocukluk/ergenlikte başlamışsa kişilerarası, okulda yada ilgili işlevselliğe erişilmesi beklenen düzeye erişemez.

  2. Bu bozukluğun süregiden bulguları en az altı ay sürer. Bu altı aylık evre, A tanı ölçütünü karşılayan en az bir aylık (ya da başarıyla tedavi edilmişse daha kısa süreli) belirtileri kapsamalıdır ve ön (prodromal) ve artakalan (rezidüel) belirti evlerini kapsayabilir.

  3. Şizoaffektif bozukluk ya da psikotik özellikler gösteren depresyon bozukluğu yada bipolar bozukluk dışlanır.

  4. Bu bozukluk, bir maddenin ya da başka bir sağlık durumunun fizyolojiyle ilgili etkilerine bağlanamaz.

  5. Otizm açılımı kapsamında bir bozukluk ya da çocuklukta başlayan bir iletişim bozukluğu öyküsü varsa şizofreni tanısı koyulabilmesi için gerekli diğer belirtilerin yanı sıra belirgin sanrılar ya da varsanılar da en az bir aylık (başarıyla tedavi edilmişse daha kısa) bir süreyle varsa ayrıca şizofreni tanısı da konur.

 

Şizofreninin Gidişatı

 

Şizofreni, her zaman ciddi bir hastalık olarak değerlendirilmesine rağmen, hastaların bir kısmında göreceli olarak daha iyi bir seyir gösterebilmektedir. Günümüzde yapılan uzunlamasına çalışmalar, antipsikotik ilaçların kullanılmaya başlanmasından önce ve sonra tedavi edilen hastaları kapsamakta ve hastalığın prognozu konusunda daha iyimser bir tablo sunmaktadır. Hastalığın seyri genellikle dört ana döneme ayrılmaktadır: hastalık öncesi dönem, hastalığın başlangıç dönemi, orta dönem ve geç dönem.

 

Hastalık Öncesi Dönem: Bu dönem, pozitif psikotik belirtilerin henüz belirginleşmediği ancak bazı öncül belirtilerin görüldüğü evreyi kapsamaktadır. Şizofreni hastalarının %25-50’sinde, erken dönemde bazı davranışsal ve bilişsel bozukluklar gözlenebilmektedir. Sosyal geri çekilme, duygusal tepkilerde azalma, içe dönüklük, şüphecilik, dürtüsel davranışlar, sıradan olaylara aşırı tepkiler, dikkat eksikliği, gelişimsel gecikmeler ve motor becerilerde yetersizlik bu dönemin karakteristik özellikleri arasındadır. Şizofreni gelişme riski yüksek olan çocuklarda, erken yaşlardan itibaren duygusal tepkilerde azalma ve bilişsel güçlükler gözlenmiştir. Akademik ve mesleki işlevsellikte belirgin gerileme veya uyum problemleri, ilerleyen süreçte daha kötü bir prognozun işareti olarak değerlendirilmektedir.

 

Hastalığın Başlangıç Dönemi: Bu dönem, şizofreninin pozitif belirtilerinin (sanrılar, varsanılar, düşünce bozuklukları ve bilişsel dezorganizasyon) ortaya çıktığı evredir. Vakaların yaklaşık yarısında hastalık sinsice başlarken, bazı bireylerde ani ve akut bir başlangıç gösterebilmektedir. Sinsi başlangıç, hastalığın daha kötü bir prognoz izlemesine yol açabilmektedir. Tedavi edilmeyen psikotik belirtilerin süresi, erken müdahale çalışmaları açısından önemli bir odak noktasıdır. Hastalığın başlangıç yaşı açısından cinsiyet farkı gözlenmemekle birlikte, erkeklerde hastalığın genellikle 18-25 yaşları arasında başladığı, kadınlarda ise 20-35 yaşlarında ve 40’lı yaşlardan sonra olmak üzere çift dağılım gösterdiği belirlenmiştir.

 

Orta Dönem: Hastalığın orta dönemi iki alt evreye ayrılmaktadır. İlk 5-10 yıl, genellikle pozitif psikotik belirtilerin alevlenmesi, hastaların ataklar arasında belirtisiz dönemler yaşaması veya sürekli psikotik durumda kalması ile karakterizedir. Bu dönemi, belirtilerin nispeten durulduğu ve atak sayısının azaldığı bir plato dönemi takip etmektedir.

 

Geç Dönem: Şizofreninin geç döneminde, yaşla birlikte pozitif belirtilerin şiddetinde bir azalma meydana gelir. Hastalar belirli düzeyde sosyal ve mesleki başarı kazanabilse de, yıllarca süren işlev bozukluğunun kalıcı etkileri nedeniyle tam iyileşme nadiren gözlenir. Hastalar genellikle yaşamları boyunca hastalığın doğrudan belirtilerini göstermeye devam ederler, ancak zamanla belirtiler daha az sıkıntı verici hale gelebilir.

 

Tedavi ve Rehabilitasyon

 

Şizofreninin tedavisinde en yaygın kullanılan ilaçlar antipsikotik ilaçlar olup, bu ilaçların temel etkisi beyindeki dopamin reseptörlerini antagonize etmektir. Antipsikotiklerin klinik etkileri, pozitif belirtileri azaltmak ve hastalığın tekrarlama (relaps) oranlarını düşürmek üzerine odaklanmaktadır.

 

Antipsikotikler dünya genelinde dört temel amaç doğrultusunda kullanılmaktadır:

    1.    Akut psikotik belirtilerin kontrol altına alınması

    2.    Pozitif belirtilerin tekrarlanmasını önlemek için remisyon sağlanması

    3.    Elde edilen tedavi etkinliğinin uzun süre korunması (sürdürüm tedavisi)

    4.    Nükslerin ve yeni psikotik atakların önlenmesi

 

Klinik hedef, hastaların tedaviye uyumunu artırmak ve ilaç bırakma nedeniyle hastalığın alevlenmesini önlemektir. Günümüzde, en etkili tedavi yaklaşımının ilaç tedavisi ile psikososyal müdahalelerin birleştirilmesi olduğu kabul edilmektedir.

 

Psikososyal Müdahaleler

 

Şizofreni tedavisinde psikososyal yaklaşımlar, ilaç tedavisiyle birlikte uygulandığında hastalığın gidişatını önemli ölçüde iyileştirebilir. Araştırmalar, ilaç tedavisine ek olarak aile terapisi ve eğitim programlarının dahil edilmesinin, hastalığın tekrar etme (relaps) ve hastaneye yatış oranlarını azalttığını göstermektedir.

 

Psikososyal ve rehabilitasyon müdahaleleri, bilişsel davranışçı terapi (BDT), destekleyici terapiler, problem çözme ve eğitim odaklı psikoterapiler, aile terapisi ve stres yönetimi programlarını içermektedir. Bu müdahaleler, hastaların başa çıkma becerilerini geliştirmeyi, stresi azaltmayı, sosyal ilişkilerini güçlendirmeyi ve işlevselliklerini artırmayı amaçlamaktadır.

 

Ayrıca, hastalara yaşam becerileri kazandırma, destekli istihdam programları aracılığıyla meslek edindirme ve denetimli barınma yerleri sağlama gibi rehabilitasyon uygulamaları da tedavi sürecinin önemli bileşenleri arasındadır. Bu tür destekleyici yaklaşımlar, bireyin toplum içinde daha bağımsız bir yaşam sürdürebilmesini sağlamaktadır.

 

Sonuç olarak, şizofreni kronik bir hastalık olmasına rağmen, uygun ilaç tedavisi ve psikososyal müdahalelerle belirtiler kontrol altına alınabilir ve bireyin yaşam kalitesi artırılabilir. Erken tanı ve tedavi, hastalığın seyrini olumlu yönde etkileyerek bireyin daha işlevsel bir hayat sürmesini sağlayabilir.

Duygudurum Bozuklukları

 

Duygudurum bozuklukları, insanlık tarihinin en eski ve en yaygın hastalıklarından biri olarak tanımlanmış olmasına rağmen, ancak son yıllarda önemli bir halk sağlığı sorunu olarak ele alınmaya başlanmıştır. Dünya Sağlık Örgütü (WHO), dünya çapında en acil sağlık sorunlarını sıraladığı listede depresyonu dördüncü sıraya yerleştirmiştir. Yapılan araştırmalara göre, her beş kadından biri ve her on erkekten biri yaşamlarının herhangi bir döneminde depresif bozukluklar yaşamaktadır.

 

Duygudurum bozuklukları arasında yer alan bipolar bozukluk, depresif dönemlerle mani veya hipomani nöbetlerinin dönüşümlü olarak yaşandığı bir hastalıktır. Geleneksel olarak genel nüfus içindeki görülme sıklığının %1 olduğu düşünülse de, günümüzde yapılan araştırmalar bu oranı %5’e kadar yükseltmekte ve tüm depresyon vakalarının %50’sinin bipolar spektrum bozuklukları içinde değerlendirilebileceğini öne sürmektedir. Duygudurum bozuklukları, bireylerin işlevselliklerini ciddi şekilde etkileyerek sosyal ve mesleki kayıplara yol açabilmekte, özellikle genç ve ileri yaştaki erkeklerde intihar oranlarını artırmaktadır.

 

Major Depresif Bozukluk ve Bipolar Bozukluk

 

Major depresif bozukluk, en sık rastlanan duygudurum bozukluğu olup, tek bir nöbet ya da yineleyici nöbetler halinde görülebilmektedir. Tek nöbetle seyreden vakalarda hastalık süreci iki yıla kadar veya daha uzun sürebilir. Akut dönemlerin seyri çoğunlukla iyi olsa da, major depresif bozukluk yaşayan bireylerin üçte biri için hastalık yaşam boyu tekrarlayan nöbetler halinde devam edebilir ve nöbetler arasındaki dönemlerde bazı kalıntı belirtiler görülmeye devam edebilir.

 

Bipolar bozuklukta ise, en az bir hipomanik, manik ya da karma dönem yaşanması gerekmektedir. Karma dönem, depresif belirtiler ile hipomani ya da mani belirtilerinin bir arada bulunduğu dönemdir. Bipolar bozukluk hastalarının bir kısmında yalnızca manik dönemler görülse de, çoğu hastada depresyon ve mani dönemleri dönüşümlü olarak ortaya çıkmaktadır. Manik dönemlerin erkeklerde, depresif ve karma dönemlerin ise kadınlarda daha sık görüldüğü saptanmıştır.

 

Distimi ve Siklotimi

 

Majör depresif bozukluk, genellikle hafif, uzun süreli ve aralıklı seyreden distimik bozukluk zemininde gelişebilir. Benzer şekilde, bipolar bozuklukların özellikle hafif türleri, siklotimik bir altyapı üzerinde ortaya çıkmaktadır. Siklotimi, hipomani ve depresyon dönemlerinin birbirini izlediği, iki uçlu duygudurum bozukluğunun daha hafif bir formu olarak kabul edilmektedir. Bu tür eşik altı durumlar, hastaların ve ailelerinin yaşamlarını olumsuz yönde etkileyerek kişilik patolojilerine ve kişiler arası ilişki sorunlarına yol açabilir. Bu hastalara sıklıkla sınırda (borderline) kişilik bozukluğu tanısı konulmakta, ancak altta yatan duygudurum bozukluğu gözden kaçabilmektedir.

 

Tarihsel Tanımlar: Eski Yunan ve Roma

 

Duygudurum bozuklukları, tarih boyunca farklı kavramsallaştırmalara tabi tutulmuştur. Eski Yunan ve Roma dönemlerinde melankoli ve mani terimleri kullanılmış ve bu iki durumun birbirleriyle ilişkili olduğu düşünülmüştür. Hipokrat, melankoliyi “kara safra” ile ilişkilendirmiş ve belirtilerini iştahsızlık, ümitsizlik, uykusuzluk, sinirlilik ve huzursuzluk olarak tanımlamıştır. Yunan hekimleri, melankolinin Satürn gezegeninin etkisiyle dalaktan salgılanan kara safranın beyni etkilemesi sonucu ortaya çıktığını savunmuşlardır. Galen ise melankoliyi, korku, depresyon, hayattan memnun olmama ve insanlardan nefret etme hali olarak tanımlamıştır.

 

Depresyonun Çağdaş Modelleri

 

Duygudurum bozuklukları hakkındaki anlayış, tarih boyunca doğaüstü açıklamalardan bilimsel açıklamalara evrilmiştir. 20. yüzyılın sonlarına doğru geliştirilen psikolojik teoriler, depresyonun farklı yönlerini anlamak için çeşitli modeller ortaya koymuştur.

 

Saldırganlığın İçe Yönelmesi Modeli, depresyonun bireyin engellenmiş saldırganlık duygularını kendine yöneltmesiyle ortaya çıktığını savunur. Freud’un erken dönem yazıları da benzer şekilde anksiyetenin engellenmiş cinsel dürtülerin dönüşümüyle ortaya çıktığını öne sürmüştür. Modern psikanalitik görüşler bu düşünceyi büyük ölçüde terk etse de, depresyonun klinik kavramsallaştırmasında saldırganlığın içe yönelmesi modeli günümüzde hâlâ önemini korumaktadır.

 

Nesne Kaybı ve Depresyon Modeli, bireyin bağlandığı önemli bir nesneyi kaybetmesiyle depresyonun tetiklendiğini öne sürmektedir. John Bowlby’nin bağlanma teorisi, çocuklukta yaşanan erken dönem ayrılıkların ilerleyen yıllarda depresyona yatkınlık yarattığını göstermektedir.

 

Kendilik Değerinin Kaybı Modeli, depresyonun bireyin kendisini başarısız veya yetersiz hissetmesiyle ortaya çıktığını savunur. Bu model, bireyin toplumsal ve kültürel değerleriyle ilişkilidir ve egonun ulaşamadığı idealler nedeniyle kendilik değerinin zedelenmesi sonucunda depresyonun ortaya çıktığını öne sürmektedir.

 

Bilişsel Model, Aaron Beck tarafından geliştirilmiş olup, depresyonun temelinde bireyin kendisini çaresiz, değersiz ve geleceğe karşı umutsuz görmesinin yattığını savunur. Beck’in “bilişsel üçleme”si, depresyonu bireyin kendisi, çevresi ve geleceği hakkında olumsuz düşünceleri üzerinden açıklar.

 

Öğrenilmiş Çaresizlik Modeli, depresyonun bireyin geçmişte yaşadığı başarısızlıklar sonucunda olaylar üzerinde kontrolünün olmadığına inanmasıyla geliştiğini öne sürmektedir. Bu model, deneysel araştırmalarla desteklenmiş olup, depresyonun pasiflik, motivasyon kaybı ve çaresizlik hissiyle ilişkili olduğunu göstermektedir.

 

Kalıtım ve Çevresel Etkiler

 

İki uçlu bozukluk ve yineleyici depresif bozuklukların ortaya çıkışında kalıtımın önemli bir rol oynadığı gösterilmiştir. Depresif yatkınlık, stresle başa çıkmada yetersizlik olarak, bipolar yatkınlık ise duygudurum düzensizliği olarak tanımlanabilir. Yaşam olayları, biyolojik stres etkenleri ve sirkadiyen ritim bozuklukları duygudurum bozukluklarının tetikleyici faktörleri arasındadır.

 

Çocukluk döneminde duygudurum bozukluğu olan ebeveynlere sahip bireylerin, gelişimsel süreçte ayrılıklar, boşanmalar ve özkıyım riskiyle karşılaşma olasılığı daha yüksektir. Olumsuz yaşam olayları, özellikle depresif yatkınlığı olan bireylerde patolojik bir etki yaratma eğilimindedir.

 

Cinsiyet, Yaş ve Diğer Faktörler

 

Kadınlar, depresyon açısından daha yüksek risk taşımaktadır. Kadın beynindeki monoamin oksidaz enzim seviyelerinin yüksek olması, hormonal değişimler ve doğum sonrası depresyon riski, kadınların duygudurum bozukluklarına daha yatkın olmasına neden olabilir.

 

Tek uçlu depresyonun ortalama başlangıç yaşı 30-35 iken, bipolar bozukluk genellikle 20 yaş civarında ortaya çıkmaktadır. Maninin yaşlılıkta başlaması oldukça nadir görülmektedir. Medeni durum da risk faktörü olarak değerlendirildiğinde, bekar, boşanmış veya dul kişilerin depresyon riskinin daha yüksek olduğu görülmektedir.

 

Mevsimsel Faktörler

 

Duygudurum bozukluklarının mevsimsel özellikler gösterdiği bilinmektedir. Depresyon genellikle ilkbahar ve sonbahar aylarında artış gösterirken, mani yaz aylarında daha sık görülmektedir. Mevsimsel Duygudurum Bozukluğu, özellikle kış aylarında görülen depresif dönemlerle karakterizedir ve genellikle ışık terapisiyle tedavi edilebilmektedir.

Yeşil Zemin

İletişim

- Adres

Suadiye Mah,Vapuryolu Sok.,No:2/1,
Tunç Apt. Kadıköy/İstanbul

- Telefon

Psikiyatrist Dr. Turan Çetin - 0530 500 97 40

Uzman Psikolog Beste Bektaş - 0534 260 23 25

bottom of page